Hoşgeldiniz |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
KAYIKÇI İLE KELOĞLAN
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde bir padişahın iki çocuğu varmış. Bunlardan biri oğlan, biri de dünyalar kadar güzel bir kızmış. Padişah, çocuklarını her şeyden çok sever, onların her istediğini yerine getirirmiş.
Bir gün padişah şöyle düşünmüş, '' Ben oğlum üzülmesin, sıkılmasın diye onun hiçbir şeyine karışmadım. Halbuki bir gün öldüğüm zaman, memleketin idaresi ona kalacak. Onun bu ülkeyi idare edebilmesi için tecrübeli ve bilgili olması lazım. Şu halde hemen hocalar tutarak zamanın bilgilerini oğluma öğretmeliyim. ''
bunu düşünür düşünmez hemen vezirini yanına çağırmış ve olanı biteni anlatmış. Bu fikir veziri memnun etmiş. Ertesi gün derhal memleketin her tarafına haberler yollanmış. Memleketin en bilgili adamları saraya çağrılmış. Yalnız padişahın oğlu bundan hiç memnun olmamış, hatta üzülmüş. Çünkü o şöyle düşünüyormuş :
- Niçin insan canını eziyete sokmalı? İşte babam da okuma yazma bilmiyor. Memleketi idare edemiyor mu? Millette onu pekala seviyor. Meydanda at oynatmak dururken ne diye kafamı yorayım?
Hakikaten şehzadenin dünyada en çok sevdiği şey sarayın meydanlığında at koşturup, oynamakmış.
Günler geçmiş ve şehzadeye hocalar tutulmuş. O, düşündüklerini kimseye söyleyemediğinden, hırslı hırslı sarayın bahçesinde dolaşıyormuş. Birdenbire bir ağacın dibine uzanmış uyuyan, üstü başı gayet perişan, kendi yaşlarında bir genç görmüş. Gencin yüzünden, iyi bir insan olduğu anlaşılıyormuş. Şehzade onu omuzlarından sarsarak uyandırmış ve ona :
- Burada kuru toprak üzerinde uyuduğuna göre, hiç derdin yok galiba, kimsin sen? demiş.
O da :
- Ben Keloğlan kulunuz, sarayın kayıkçılarındanım, dünyada dertsiz kul olur mu efendim, ama her derdin dermanı bulunur elbet. Fakat derdini söylemeyenler bu dermanı bulamazlar, demiş.
Bunu duyan şehzade derdini Keloğlan'a anlatmış. Zavallı Keloğlan bunun dert olduğuna bir türlü inanamıyormuş.
Bunun üzerine şehzadeye :
- Aman efendim herkesin derdi bunun gibi olsa, dünyada okuyup öğrenmekten büyük nimet olur mu? demiş.
Bunu duyan şehzade birdenbire Keloğlan'ı omuzlarından yakalamış ve :
- Dur, aklıma bir şey geldi. Madem ki öyle, benim yerime sen geç. Hocalar nereden bilecekler senin ben olmadığını? Benim esvaplarımı giyersin, ders günleri ben de benim odalarıma hiçbir hizmetçinin girmemesini emrederim. Seni gören olmaz siz ders yaparken, ben de istediğimi yaparım, demiş.
Şehzade derdine çare bulduğu için çok seviniyormuş ama bu çok tehlikeli bir iş olduğu için Keloğlan itiraz ederek :
- Nasıl olur efendim, babanız duyarsa benim başımı uçurtur, demiş.
Fakat şehzade onu hiç dinlememiş ve :
- Hey, Keloğlan, sana emrediyorum eğer dediklerimi yapmazsan babamdan önce ben senin başını uçururum anladın mı? demiş.
Keloğlan zavallı bir emir kuluymuş. Daha fazla itiraz edememiş, ayrıca okumak yazmak, öğrenmek dünyada en çok istediği şeylermiş. Bir de Keloğlan padişahın kızını bir gün bahçede dolaşırken görmüş ve ona aşık olmuşmuş. Onu bir daha göremediği için de üzülüyormuş. Kendi kendine :
- Böylece belki onu bir daha görebilirim, diyerek için için sevinmiş.
Günler ve aylar geçmiş. Keloğlan ders günleri şehzadenin odasında giyinip, hazırlanıp hocaları bekliyormuş. Ders bitince de yine aşağı kayanın başına iniyormuş. Fakat şehzadeye her seferinde, yaptığı işin fenalığını anlatıyor, yol yakınken dönmesini söylüyormuş ama şehzade söz dinlemiyormuş.
Bir gün Keloğlan dersini bitirip dışarı çıktığında padişahın kızı ile karşılamış. Onu görünce az daha orada pat diye düşüp ölecekmiş. Kızın güzelliği sanki onu büyülemiş. Yerlere kadar uzanan sarı saçlarından dolayı Keloğlan ona '' Sarı Kız '' diyormuş. Sarı Kız da Keloğlan'ı o güzel elbiseler içinde çok beğenmiş. Şimdiye kadar sarayda böyle güzel bir adam görmemişmiş. Bu herhalde ağabeyimin arkadaşlarından birisi diye düşünmüş ve :
- Kardeşimi görmeye gelmiştim, demiş.
Keloğlan da kendini toplayarak :
- Ağabeyiniz ders biter bitmez bahçeye indiler, diye cevap vermiş.
Keloğlan her sabah güneş doğarken evinden çıkar; kayığına biner ve sarayına gelirmiş. Sonra bütün gün yolcu taşır, geç vakitte de evine dönermiş. Keloğlanın kayıklarının geçtiği bu su bir dere değil bir gölmüş. Şehir gölün bir kıyısında kuruluymuş. Öbür kıyısı ise saraya aitmiş.
Bizim dertli Keloğlan'ımız şimdi içinde ikileşen derdi kimseye söyleyemiyor, bu dert onu yiyip bitiriyormuş. Fakat Keloğlan'ın dert ortakları da yok değilmiş. Bunlar gölün kıyısındaki sazlar, kuğular ve kayığın kürekleriymiş.
Keloğlan her sabah ve akşam kayığına binince gözlerini gölün titreşen sularına diker ve derdini sulara şöyle dökermiş :
'' Çek çek çekirdek
Çekirdeğin içi yok
Keloğlan'ın suçu yok
Padişahın nesi var
Türlü türlü fesi var
At oynatan oğlu var
İnci dizen kızı var
Padişahı bir görsem
Sarı Kız'ı istesem
Ver o kızı, al o kızı
Ver o kızı, al o kızı ''
Keloğlan bunu o kadar söylemiş ki bütün sazlar, sular ve kuğular bu şarkıyı öğrenmişler. Bu sırada hocalar da her gün padişaha haberler yollatıp, talebeleri olan şehzadenin çok akıllı bir genç olduğundan bahsediyorlarmış. Padişah da bundan çok memnun oluyormuş.
Günlerden bir gün hocalar artık, şehzadeye öğretilecek hiçbir şey kalmadığını, bütün bilgileri ona verdiklerini söyleyerek, padişahtan izin istemişler. Giderlerken de eğer isterse yabancı ellerin bilginlerini davet edip, oğlunu imtihan ettirmesini, oğlunun her imtihandan muvaffak olabileceğini de belirtmişler.
Bu haber şehzade ile Keloğlan'ı çok korkutmuş. Her şey meydana çıkınca, haklı olarak kızan padişah Keloğlan'ın kafasını uçurtacakmış. Şehzade en doğrusunun gidip gerçekleri anlatmak olacağını düşünerek babasına gitmiş. Ondan önce de Keloğlan'a artık saraya gelmemesini, onun kendisini aratacağını, eğer padişah Keloğlan'ı ararsa sakın meydana çıkmamasını söylemiş. Zavallı Keloğlan korkuyla evine kaçıp saklanmış.
Padişah oğlunu dinledikten sonra o kadar kızmış ki az daha oğlunu öldürecekmiş. Fakat buna Sarı Kız mani olmuş. Yabancı ellerin bilginleri yavaş yavaş memlekete geliyorlarmış. Şimdi onlar kimi imtihan edeceklermiş. Zavallı adam o gece hiç uyumamış.
Ertesi sabah kayıkları hazırlatmış. Padişah şehir tarafına geçecekmiş. Göl, o sabah saatlerce Keloğlan'ı beklemiş. Fakat gelen giden yokmuş. Onun yanık sesiyle söylediği şarkıya o kadar alışmışlar ki, bakmışlar Keloğlan gelmiyor, sazlar sallana sallana, kuğular süzüle süzüle, sular titreye titreye bu şarkıyı söylemeye başlamışlar :
'' Çek çek çekirdek
Çekirdeğin içi yok
Keloğlan'ın suçu yok
Padişahın nesi var
Türlü türlü fesi var
At oynatan oğlu var
İnci dizen kızı var
Padişahı bir görsem
Sarı Kız'ı istesem
Ver o kızı, al o kızı
Ver o kızı, al o kızı ''
Padişah bu şarkıyı duyunca o kadar şaşırmış ki, her derdini unutuvermiş. Sonra da birdenbire :
- Bu şarkının bittiği yere kadar gidelim. Beni aldatan Keloğlan'ı da böylelikle bulabiliriz, demiş.
Şarkının bittiği yerde kayıklardan inmişler. İlk gördükleri adam da onlara Keloğlan'ın evini göstermiş.
Padişahın adamları zavallı Keloğlan'ı kapanıp ağladığı odasından alarak, padişahın huzuruna getirmişler. Dizlerine kapanan Keloğlan'a padişah :
- Cezan ölümdür. Senin kafanı uçuracağım. Bir padişahı aldatmanın ne demek olduğunu öğreneceksin, demiş.
Fakat akıllı , bu işin imtihan bittikten sonra yapılmasını çünkü memlekette yabancı bilginlerin huzuruna çıkabilecek başka bir gencin belki bulunamayacağını söylemiş. Bunun üzerine Keloğlan'ın öldürülmesi birkaç gün ertelenmiş.
İmtihan günü geldiğinde, padişah bu imtihanı seyretmeye oğlunu tanıyanları çağırmamış. Yalnız Sarı Kız bir kapı arkasından içeriyi seyrediyormuş. Birdenbire Keloğlan'ı görünce çok şaşırmış. Çünkü onu bir gün ağabeyinin odasında görmüş ve o günden sonra da ona aşık olmuş. Keloğlan o gün fevkalade bir imtihan vermiş. Padişah kendisini mahcup etmediği için memnun oluyor ve böyle akıllı bir çocuğu öldürmediğine de seviniyormuş.
Salon boşalıp ortada padişah, vezir ve Keloğlan kalınca, içeri Sarı Kız girmiş ve babasına Keloğlanın canını bağışlaması için yalvarmış. Vezir de aynı şeyi düşünüyormuş.
Bunun üzerine padişah :
- Ey Keloğlan, görüyorum ki sen memleket için lazım bir adamsın. Seni affediyorum. Benden ne dilersin? demiş.
Keloğlan duyduklarına inanamıyormuş. Dizlerine kapanarak :
- Sağol padişahım, demiş ama arkasını söyleyememiş. Fakat padişah anlamış, bir kızına bir de Keloğlan'a bakmış ve gülümsemiş.
Onlar ermiş muradına, biz de erelim muradımıza..
Keloğlan İle Sincap
Bir zamanlar bir köyde bir kadın ile oğlu Keloğlan yaşarmış. Fakirlikten, açlıktan perişan durumdalarmış. Bazen evde yiyecek hiçbir şey bulunmaz, oğul Keloğlan sepeti alır eline düşermiş ormanın içine. Biraz mantar toplar getirirmiş anasına pişirmesi için.
O gün yine sıkıntılı bir günmüş. Hava sisli ve yağmurluymuş. Keloğlan yine ormana gitmiş. Başlamış mantar toplamaya. Biraz da kendi yemiş. Sonra dinlenmek için oturmuş koca bir ağacın altına.
Başını kaldırınca bir sincap görmüş, öylece oturup duruyormuş. Keloğlanı görünce birden daldan inmiş sincap ve ağlamaya başlamış. Kucağına almış keloğlan sincabı, öpmüş, sevmiş sakinleştirmeye çalışmış. “Aaaah, ah” demiş sincap, “Senin gibi bir arkadaş bulamadım şimdiye kadar.”
Kendisi de dertlenen Keloğlan fakirliğini anlatmış sincaba. Çok acımış sincap onun haline, “gel sana bir iyilik yapayım” demiş.
Saatlerce yürümüşler ve sonuçta orman bitmiş uzakta kayalıklar görünmüş. Sincap, “Oraya git, seni keklikler karşılayacak sana üç soru soracaklar doğru bilirsen ne kazanacağını görürsün” demiş.
Gerçekten de Keloğlanı keklikler karşılamış. Kraliçe keklik “sana üç sorumuz var, bilirsen iki küp altın alacaksın” diye konuşmuş.
“Sorun” demiş Keloğlan. Bir kiraz ağacını gösteren kraliçe keklik “O ağaçta kaç kiraz var söyle bakalım” diye sormuş.
“Onu bilmeyecek ne var, sesin altın tüylerinin sayısı kadar.” Nereden bildiğini sorunca da “say da bak” demiş.
Doğru kabul etmişler bu yanıtı.
İkinci soru “Dünyanın tam ortası neresi” biçimindeymiş. Bunu da “Tam senin ayağını bastığın yer” diye yanıtlamış Keloğlan, “inanmıyorsan ölç de bak!”
Bu da doğru kabul edilmiş.
Son soruda ise eline iki tane ceviz alan kraliçe “hangisi daha ağır bil bakalım” demiş.
“Suya daha fazla batan ceviz daha ağırdır” diye yanıtlamış Keloğlan.
Bu da doğru kabul edilince iki küp altın verilmiş kendisine.
Koşa koşa evine dönmüş Keloğlan altınları anasına teslim edip hemen sincabı aramaya başlamış. Sincabı bulunca onu yine ağlar bulmuş, “Ben” demiş sincap, “Aslında padişahın kızıyım. Fakat bana büyü yapıldı ve bu hale geldim.”
Ona yardımcı olacağını söylemiş Keloğlan. Ancak sincap “Çok zor” demiş, “Kaf Dağı’na gideceksin, bir ejderhanın olduğu mağaradan zümrüt suyunu alıp getireceksin.”
Kasabadan keskin bir kılıç alan keloğlan Kaf Dağı’na varmış. Mağaranın ağzında bekçilik yapan dev yılanları kılıcıyla kesmeye başlamış. Yılanların çıkardığı sesi duyan ejderha mağaradan çıkıp aşağılara doğru inmeye başlamış. Bunu fırsat bilen Keloğlan mağaraya girip zümrüt suyunu getirdiği şişeye doldurmuş.
Koşarak sincaba dönen Keloğlan’ı sevinçle karşılamış sincapcık. Zümrüt suyunu içer içmez de dünyalar güzeli bir kız olmuş. Birlikte kızın padişah babasının sarayına gitmişler. Padişah da durumu öğrenince bir deve yükü altın armağan etmiş ona. Anası ile ömürlerinin sonuna kadar sıkıntısız, mutlu bir yaşam sürdürmüş Keloğlan ile anası da...
Keloğlan'ın Ali Cengiz Oyunu
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir Keloğlan varmış. Keloğlan'ın dünyada bir anasından başka kimsesi yokmuş.
Keloğlan komşuların sürülerine çobanlık yaparak hayatını kazanır, günlerini dağlarda, bayırlarda sürü peşinde dolaşarak geçirirmiş.
Artık koca bir delikanlı olan Keloğlan, anasına evlenmek istediğini söylemiş. Anası:
Oğlum, demiş, sen çobanlık ederek ancak ekmeğimizi getirebiliyorsun. Bir de evlenince karını nasıl geçindireceksin?
Keloğlan gülerek:
Anacığım demiş, herşeyin bir çaresi bulunur. Hele sen beni evlendir!
Kadıncağız düşünmüş. Eve bir gelin gelecek. Kendisine yardımcı olacak. Oğluna sormuş:
Peki oğlum, sana hangi kızı isteyeyim?
Keloğlan demiş ki:
Hangi kızı isteyeceksin, padişahın kızını...
Oğlundan böyle bir cevap beklemeyen kadın, şaşırmış. Oğluna:
Sen şaşırdın mı, demiş, hiç padişah sana kızını verir mi? Beni kapıdan kovarlar...
Keloğlan:
Yok diye cevap vermiş, sen merak etme! Benim ne kusurum var ki? Arslan gibi delikanlıyım. Padişah, kızını bana vermeyecek de kime verecek? Haydi sen yarın sabah saraya git, padişaha çık, kızını istediğimi söyle!
Keloğlan'ın ısrarı karşısında kadın kovulmayı da göze almış.
Ertesi sabah en yeni elbisesini giyerek saraya gitmiş. Kapıcılar, buna kimi istediğini sormuşlar. Padişahı göreceğini söyleyince:
Dur, demişler, haber verelim de kabul ederse görürsün!
Kapıcılardan biri yukarıya çıkarak bir kadının padişahı görmek istediğini söylemişler. Padişah, kendisini görmek isteyen kadını merak etmiş. Yanına getirmelerini söylemiş. Saray adamları Keloğlan'ın anasını yanlarına almışlar, bahçelerden, sofalardan geçip merdivenlerden çıkarak padişahın odasının önüne getirip bırakmışlar.
Zavallı kadıncağız korkudan titremeye başlamış. İçeri girse bir türlü, girmese bir türlü... Ya padişah bunu kovarsa? O zaman ne yapacak? Belki de oğlunu cellatlara verir... Ama böyle düşünüp durmanın da yeri yok. Ne olursa olsun içeriye girmek lazım...
Eli titreye titreye kapıyı açmış, içeriye girmiş. Padişah tahtında oturuyormuş. Bunu görünce kaşlarını çatarak:
Gel bakalım demiş, ne istiyorsun?
Kadın korkup önüne bakmış, bir şey söyleyememiş. Padişah bu sefer:
Biraz yaklaş, demiş, ne istiyorsan çabuk söyle!
Padişahın sert sözlerinden ürken kadın, ona doğru birkaç adım daha atarak söze başlamış:
Padişahım... Benim... Bir oğlum var... Adı Keloğlan... Şey...
Padişah:
Peki, ne olmuş, çabuk söyle!
Diye sözünü kesince:
Söyleyeceğim ama demiş, bana kızarsınız diye korkuyorum. Bana darılmamanızı, kusura bakmamanızı dilerim...
O zaman padişah, biraz yumuşak sesle:
Darılmam, darılmam demiş, söyle dinliyorum...
Kadın, padişahın yavaş sesle konuştuğunu görünce, geniş bir nefes alarak söze başlamış:
Oğlum çobanlık yapar... Komşuların sürülerini otlatır. Evi koyun sahiplerinden aldığı paralarla idare eder. Dün sabah yanıma gelerek evlenmek istediğini söyledi. Ona, bir çoban olduğunu, herkesin kızını alamayacağımızı söyledim. Bana darıldı. "Arslan gibi adamım, ne kusurum var ki" dedi. Sizden kızınızı istememi söyledi. Kusura bakmayın... Ben de kabahat yok...
Padişah biraz güldükten sonra:
Bunda kızacak ne var ki, demiş. Genç değil mi, elbette ister. Ben de ona kızımı veririm ama, bir şartla. Ali Cengiz oyununu öğrenir de gelirse kızımı alır...
Kadın, hiç beklemediği bu cevap karşısında şaşırmış. Sevinerek padişahın yanından ayrılmış. Koşa koşa eve gelerek oğlunu bulmuş:
Padişah sana kızını verecek ama, demiş. Ali Cengiz oyununu öğrenip de gelmesi lazım dedi. Bu oyunu ne kadar çabuk öğrenirsen, padişahın kızını da o kadar çabuk alacaksın! Keloğlan:
Ondan kolay ne var demiş, hemen gidip Ali Cengiz'i bulalım. Oyunlarını öğrenelim...
O memlekette Ali Cengiz adında biri varmış. Birçok oyunlar bilirmiş. Kendi oyunlarını öğrenmek isteyen delikanlıları yanına alır, kırk günde bütün oyunlarını öğretirmiş.
Kırkıncı günü onlara:
Öğrendiniz mi? diye sorarmış.
Eğer delikanlılar:
Öğrendik derlerse, hemen onları mağaraya indirip kesermiş. Çünkü onlardan birinin kedin yerine geçeceğinden korkarmış.
Keloğlan'la Ali Cengiz'i bulmak için yola çıkmışlar. Az gitmişler, uz gitmişler, dere, tepe, düz gitmişler, bir dağ eteğine varmışlar. Yoruldukları için biraz dinlenmek üzere çimenlere oturdukları sırada, karşılarına bir adam çıkıp:
Buralarda ne işiniz var? diye sormuş. Kadın hemen cevap vermiş:
Oğlum Ali Cengiz oyununu öğrenmek istiyor da Ali Cengiz'i bulmaya gidiyoruz.
Meğerse karşılarındaki adam Ali Cengiz'in ta kendisi imiş. Kadına:
Ali Cengiz benim, demiş. Oğlunu bana bırakırsın. Ona kırk günde bütün oyunlarımı öğretirim. Kırk birinci günü gelip oğlunu alır, gidersin...
Kadın "peki" diyerek Keloğlan'ı Ali Cengiz'in yanında bırakıp evine dönmüş.
Ali Cengiz, Keloğlan'ı yanına alarak evine götürmüş. Evinde karısı ile bir de kızı varmış. Keloğlan'ı boş bir odaya kapayarak sokağa çıkmış. Ali Cengiz gittikten sonra, ana kız bu kel kafalı çobana acımışlar. Kız, Keloğlan'ın bulunduğu odanın penceresini açarak:
Keloğlan, demiş, babam sana kırk gün içinde bütün oyunlarını öğretir. Kırkıncı günü akşamı, "öğrendin mi?" diye sorar. Eğer sen, "öğrendim" diye cevap verirsen kafanın kesildiği gündür... Çünkü babam, kendisinin yerine geçeceğinden korkar. Onun için, "öğrenemedim" diye cevap verirsin. O zaman seni bırakır...
Keloğlan bunu öğrendikten sonra odada Ali Cengiz'i beklemeye başlamış. Çok geçmeden Ali Cengiz gelmiş. Oyunları Keloğlan'a öğretmeye başlamış. Kırk gün içinde Keloğlan'a bütün oyunları öğretmiş. Kırk birinci gün onu karşısına alıp sormuş:
Oğlum, Ali Cengiz oyununu öğrendin mi?
Keloğlan:
Öğrenemedim amca, diye cevap verince, Ali Cengiz: Haydi oradan, demiş, sen de kafasız adamsın be?!
Keloğlan hiç cevap vermemiş. Ertesi sabah anası oğlunu almaya gelmiş. Ali Cengiz kadına da:
Senin oğlun çok aptal, demiş. Kırk gündür oyunlarımı öğrettiğim halde öğrenemedi. Al da hayrını gör!
Kadın hiç sesini çıkaramamış. Keloğlan'ı yanına almış. Sokağa çıkmışlar. Memleketlerinin yolunu tutmuşlar. Ormandan geçerken avcılara rastlamışlar. Avcılar, tavşan peşinde dolaşıyorlarmış.
Keloğlan anasına demiş ki:
Ben şimdi tazı olup tavşan yakalayacağım. Avcılar beni senden satın almak isteyecekler. Beş altına satarsın. Ama sakın boynumdaki tasmayı verme! Verirsen beni ölmüş bil!
Keloğlan, sözünü bitirince bir tazı olmuş. Çalılar arasında sıçraya sıçraya kaçan bir tavşanın arkasından koşup onu yakalayarak götürmüş, avcıların önüne bırakmış. Avcılar uçar gibi koşan bu tazıya bayılmışlar. Kadına gidip onu satın almak istediklerini söylemişler. Pazarlığa girişip beş altına uyuşmuşlar.
Tekrar tavşan peşinde dolaşmaya başlamışlar. Çalılar arasından yine bir tavşan çıkmış. Tazı tavşanın arkasından koşup dağa kaçmış. Orada hemen bir adam olup elinde balta ile ağaç kesmeye başlamış. Avcılar tazıyı aramak için arkasından dağa çıkmışlar. Bakmışlar orada bir adam balta ile ağaç kesiyor. Ona sormuşlar:
Oduncu başı!... Buradan bir tazı geçti mi?
Keloğlan:
Şimdi geçti, şu tepeyi aştı, diye cevap vermiş.
Avcılar o tarafa doğru gidince, Keloğlan anasını bulmuş, tekrar yola koyulmuşlar.
Onlar gide dursunlar... Ali Cengiz, Keloğlan'ın kendi oyunlarını tamamen öğrendiğini, kafasını kestirmemek için "öğrenemedim" diye yalan söylediğini haber alıp onu ele geçirmek üzere peşine düşmüş.
Ali Cengiz gele dursun... Keloğlan anasına demiş ki:
Ben şimdi bir koç olacağım. Boğazıma ip takar, beni Pazara götürürsün. On altından aşağıya satma. Boynumdaki ipi çıkar, beni sattığın adama öyle ver. Eğer ipimle beraber verirsen beni bir daha göremezsin!
Keloğlan o anda boynuzları kıvrım kıvrım iri bir koç olmuş. Anası onun boğazına bir ip takmış. Çekip pazara götürmüş. Bu güzel koçu almak için birçok adamlar kadının başına toplanmışlar.
Ali Cengiz de o sırada pazara gelmiş bulunuyormuş. Kadını tanımış. Hemen yanına gelerek:
Koçu kaça satıyorsun? diye sormuş. Kadın, Ali Cengiz'i tanımamış:
On altına veririm, diye cevap vermiş.
Ali Cengiz:
Ben yirmi altın veriyorum, demiş, ama boğazındaki iple beraber isterim...
Kadın yirmi altını duyunca, oğluna verdiği sözü unutmuş. Ali Cengiz'den yirmi altını almış. Koç'un ipini ona uzattığı sırada, Keloğlan bir serçe olup uçmaya başlamaz mı? Ali Cengiz de o anda bir kartal olup serçenin arkasında uçmaya başlamış. Serçe gitmiş, kartal gitmiş, tam kartal serçeyi kapacağı sırada, Keloğlan bir demet gül olup sarayın penceresinden padişahın kızının kucağına düşmüş.
Sultan hanım, gökten inen bu gül demetine o kadar bayılmış ki, durmadan kokluyormuş. Koşup babasına göstermeye gittiği sırada, Ali Cengiz bir dilenci olup padişaha çıkarak:
Elimdeki gül demetini bir kuş kaptı, demiş, uçarken pencerenizden içeriye düşürdü. Vermenizi rica ederim.
O sırada sultan hanım da elindeki gülü babasına uzatıyormuş. Dilencinin böyle söylediğini görünce:
Babacığım, demiş, bu gül benim kısmetimdir. Onu veremem!
Padişah:
Olmaz kızım, demiş, sahibi gelmiş, istiyor. Vermem lazım!
Kız, vermek istememişse de, babasının kaşlarını çatarak bakması üzerine gül demetini dilenciye uzatmış. Dilenci kıyafetindeki Ali Cengiz, daha elini demete sürmeden, Keloğlan darı olup yerlere serpilmiş. Bunu gören Ali Cengiz hemen bir tavuk olup civcivler çıkarmış. Civcivler yerlerdeki darıları yemeye başlamışlar. Keloğlan bakmış ki işler fena... Hemen bir tilki olup tavuğu da, civcivleri de yemiş...
Padişahla kızı bu olaylar karşısında bir şey anlayamamışlar. "Acaba etrafımızda cinler mi dolaşıyor? Yoksa rüya mı görüyoruz?" diyerek birbirlerinin yüzlerine bakarlarken, tilki şeklindeki Keloğlan birdenbire güzel bir delikanlı olup ortaya çıkmış.
Karşılarında kendileri gibi bir insan görünce padişahın da, kızın da yüreğine su serpilmiş.
Keloğlan demiş ki:
Padişahım, ben Keloğlan'ım. Anamı evvelce size göndererek kızınızla evlenmek istediğimi söyletmiştim. O zaman siz, anama "oğlun Ali Cengiz oyununu öğrenirse kızımı veririm" demiştiniz. Onun üzerine ben gidip Ali Cengiz oyununu öğrendim. Biraz evvel burada size ustamla birlikte Ali Cengiz oyununu gösterdik. Onu yendim. Şimdi bu dünyada benden başka Ali Cengiz oyununu bilen yoktur. Ben sözümde durdum. Siz de sözünüzde durarak kızınızı bana veriyor musunuz?
Padişah, karşısındakinin Keloğlan olduğunu anlayınca, biraz düşünmüş. Anasına hakikatten söz verdiğini hatırlamış. Sözden dönmek olmaz. Dönmek istese bile ya Keloğlan kendisine bir Ali Cengiz oyunu oynarsa? Olur ya... O zaman ayıkla pirincin taşını... Hem verdiği sözü tutmamak büyüklüğe de yakışmaz.
Keloğlan'a:
Seni kendime damat yaptım, demiş, bugünden itibaren düğününüz başlayacak...
Keloğlan hemen koşup padişahın elini öpmüş. O günden itibaren kırk gün, kırk gece düğün yapılmış. Keloğlan ile sultan evlenmişler. Onlara masal... Bizlere sağlık...
KELOĞLAN VE KUYUDAKİ DEV
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde develer tellalken, pireler berberken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken; ülkenin birinde bir kasaba varmış. Bu kasabanın kenar mahallelerindeki bir kulübede, çok fakir bir keloğlan ile ihtiyar annesi yaşamakta imiş. Keloğlan çok akıllı ve becerikli olmasına rağmen çalışmaktan hoşlanmaz, tembel tembel evde oturmayı, ne buldu ise yiyip, içmeyi ve uyumayı severmiş. Tembel mi tembel, saçsız kafası ile de çok çirkin olduğu için herkes ona keloğlan dermiş. Keloğlanın ihtiyar annesi ise el çamaşırı yıkar, hem kendini, hem de tembel keloğlanı beslemeğe çalışır, zorluklar içinde geçinirlermiş.
Her nasılsa Keloğlanın canı çarşıya çıkıp dolaşmak istemiş. Bir de bakmış ki, uzakta bir kalabalık var. Kalabalığın ortasında bir adam bağıra bağıra bir şeyler söylüyor. Kalabalıktaki insanlarda onu dinlermiş. Bizim Keloğlanda kalabalığa sokularak bu adamın dediklerini dinlemiş. Adam meğer şehrin tellallarından biriymiş. Keloğlanın dinlemekte olduğu tellal şöyle demekteydi.
-Ağır bir iş için bir adama ihtiyaç vardır. Bu işi görecek adama yüz altın verilecektir. Talip olacak kimse varsa ortaya çıksın….
Keloğlan etrafta toplanan kalabalıktan ses seda çıkmadığını görünce ve bu işin sonunda yüz de altın verileceğini öğrenince tellala:
-Bu işi ben yaparım, yalnız bu yapılacak işi hemen bana söyle, demiş.
Tellal Keloğlanı şöyle bir süzdükten sonra, gözü tutmamış olacak ki:
-Oğlum, sen bu işi yapamazsın, iş çok zordur. Bunu ancak akıllı, becerikli ve cesur adamlar başarabilir. Ben bunları sende göremiyorum, deyince; Keloğlan:
-Ummadığın taş baş yarar. Ben bu işi başarırım, diye cevap vermiş. Etrafta toplanan kalabalıktan alaylı gülüşmeler yükselmiş. Bu sırada tellal onun biraz da fakir haline acıyarak:
-Pekala oğlum…Madem ki kendine güveniyorsun sana şimdi yapacağın işi tarif edeyim…Uzak bir ülkeden mal getirmeye gidilecek… Yolculuk at sırtında olacak, ama sen bu yolculuğa katlanabilecek misin?.. diye sorunca.
Keloğlan:
-Ben yaparım dediğim her şeyi yaparım. Elbette katlanırım, karşılığını vermiş. Tellal:
-Madem ki bu kadar güvenin var, bende sana bu işi veriyorum…Paranı şimdi mi, yoksa dönüşte mi istersin? Keloğlan da:
-Şimdi verinde birazı yanımda bulunsun, geri kalanını anneme harçlık bırakırım, der.
Bu şartlarla anlaşmaya varan Keloğlan sevinçle annesine koşarak durumu anlatır ve
yanındaki parayı annesine bırakarak veda edip yapacağı işe gider.
Toplantı yerine gelen Keloğlan, yolculuğun hazır olduğunu ve kafilenin kendisini beklemekte olduğunu görür. Kafile başkanı Keloğlana hazır olup olmadığını sorar. hazır olduğunu öğrenince küçük kafile hemen atlara binerek yola koyulur… İki gün durup dinlenmeden yol alırlar. Üçüncü gün Keloğlanın at sırtındaki yolculuktan vücudunun her tarafı ağrımaya başlar. Ama verdiği sözü ve aldığı parayı düşünerek sabırla yola devam eder. Artık akşam yaklaşmıştır. Kafile başkanı mola için kervanı durdurur. Keloğlan biraz dinleneceği için sevinmiştir. Ama bu sevinci çok sürmez. Atlar bağlandıktan sonra kafile başkanı kendini çağırır. Keloğlana der ki:
-Keloğlan, şurada bir kuyu görüyorsun…
-Evet, der bizim Keloğlan.
-İşte şimdi, o kuyuya ineceksin… Korkmazsın değil mi?…
Keloğlan kuyunun yanına gider bir sağına, bir soluna ve eğilip içine bakar, kafile başkanına dönerek:
-Ne var bunda korkacak, elbette inerim. der. keloğlan korksa bile korktuğunu belli etmemeğe çalışarak kuyuya inme hazırlığına başlar. Etrafını saran yol arkadaşları Keloğlan’ın beline kalın bir ip bağlarlar, kuyuya sarkıtırlar.
Keloğlan kuyunun yarısına gelince sağ tarafında karanlıkta aniden bir kapı açılır. Adamın biri Keloğlan’ı kucakladığı gibi bu kapıdan içeri çeker… Neye uğradığını anlayamayan Keloğlan kendine gelince, bir de ne görsün!.. Geniş bir bahçe ve bu bahçenin ortasında büyük bir saray durmuyor mu?.. Sarayın bahçesinde güllerin arasında Dünya güzeli bir kız oturmuş, arkasında bir dudağı yerde, bir dudağı gökte iri ve koyu siyah renkte bir zenci ayakta durmakta. çiçeklerin arasında bir tavus kuşu dolaşmaktadır. Şaşkınlıkla bunları seyre dalan Keloğlan birden arkasında gürleyen bir sesle aklı başından gider. Dönüp bakınca, ne görsün?… Koca bir dev. Arkasında durmuyor mu!.. Dev korkunç bir sesle:
-Eyyyy, adem oğlu!… Söyle bakalım, şu gördüklerinden hangisi daha güzel?..
Keloğlan korkudan tir tir titremeğe başlar. Ne cevap vereceğini şaşırır ama, biraz sonra aklı başına gelir ve biraz düşündükten sonra:
-Gönül neyi severse güzel odur sultanım, der.
Dev, aldığı cevaptan memnun gibi görünür ve Keloğlan’a tekrar sorar.
-Şu kız çok güzel, şu tavus kuşu çok hoş ama, şu zenci çok çirkin, çok kötü!.. Buna ne dersin?..
Keloğlan artık ilk şaşkınlık ve korkudan kurtulmuştur. Yine cevabı yapıştırır:
-Gönül neyi severse, güzel odur sultanım, diye tekrar aynı cevabı yapıştırır.
Aldığı cevaptan çok hoşlanan dev, Keloğlan’a:
-Aferin, sen akıllı bir çocuğa benziyorsun diye Keloğlan’a hemen yanındaki, ağaçtan kopardığı üç tane büyük narı verir. Ve:
-Al bu narları. Dönüşte annenle birlikte yersin, diyerek Keloğlan’ın yanından ayrılmış.
Meğer Dev, her kuyuya inen insana bu soruları sorar fakat, bir türlü istediği akıllıca cevabı alamayınca çok kızar, hemen kellesini uçurur, sonra da etlerini yer, kafatasını sarayın duvarlarına asarmış. Böylece kuyuya inenlerin çoğu, Dev’in bu soruları karşısında kimi kız güzel, kimi tavuskuşu diye Dev’e cevap verirlermiş. Bu cevaplardan memnun kalmadığı için kuyuya inen bir daha yukarı çıkamazmış. Dev’in yanından ayrılan Keloğlan tekrar çıkış kapısına gelip yukarı nasıl çıkacağını düşünürken birden yukardan, su almak için sarkıtılmış bir kovanın kendisine doğru geldiğini görünce, Keloğlan hemen bu kovadan tutarak yukarı çıkar.
Keloğlan’ı sapasağlam yukarı çıktığını gören arkadaşları, şaşkınlıktan ağızları bir karış açık, gözlerine inanamazlar ve birbirlerine bakışırlar. Zira kervancılar bu kuyudan su almak istedikleri zaman her seferinde Dev’e bir insanı kurban vermeleri adetmiş. Yol arkadaşları onu böyle sapasağlam, güler yüzlü görünce tabii şaşkınlıktan kendilerini alamamışlar. Kafile başkanı merakını yenemeyerek Keloğlan’a:
-Şimdiye kadar bu kuyuya salladığımız adamlardan hiçbiri geri dönmemiştir. Sen nasıl oldu da bu kuyudan sağlam çıktın evlat?…
Keloğlan güler yüzle şu cevabı verir:
-Nasıl çıktıysam çıktım.. Çıktım ya!… Siz ona bakın.
Yeniden kafile yola koyulmuş. Varacakları o uzak ülkeye varmış.Atlara malları yükleyerek memlekete dönmüşler.
Keloğlan elindeki Nar’ları sevinçle evine dönünce, annesi yine her zamanki gibi, el çamaşırı yıkamakta bulur. Annesi de oğlu geldiği için sevinmiştir. Yemekler yenir.Yemekten sonra da Keloğlan, Dev’in verdiği Nar’lardan birini çıkarıp yemek için ikiye böler. Bir de ne görsün? Dev’in verdiği Nar tanelerinin her biri meğer çok kıymetli birer mücevher değilmiymiş… Bunun değerini anlayan Keloğlan, zaman zaman bunların her birini azar azar satmış.. Ve Keloğlan öylesine zengin olmuş ki, artık ne kelliği kalmıştır, ne de çirkinliği, ne de annesinin çamaşırcılığı. Mutlu bir hayata kavuşmuşlar..
Hamamcı ile Keloğlan
Bir varmış, bir yokmuş... Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir kadıncağızın bir oğlu varmış. Herkes bu çocuğu keloğlan diye çağırırmış. Bu ana oğul çok fakir imişler. Yalnız birçok tavukları olduğundan bunların yumurtasını satarak geçinip giderlermiş.
Bir gün tavuklar yumurtlamamış, kadın da oğluna tavuklardan birini satarak ekmek almasını söylemiş. Keloğlan tavuklardan birini alarak, pazara gitmiş ve bir hamamcıya satmış. Fakat hamamcı parayı peşin vermeden gitmeye başlamış. Keloğlan da peşini takip etmiş. Hamamcının eve girdiğini görünce o da hemen arkasından girmiş ve onu gözetleyerek dinlemeye başlamış. Hamamcı tavuğu karısına uzatarak:
Bunu al, iyice temizle, haşlayarak suyuna güzel bir pilav yap, akşamüzeri bir uşak göndererek aldıracağım, demiş ve sokağa çıkarak uzaklaşmış.
Keloğlan bunları dinlediği için akşam üstü olunca hemen hamamcının evine gitmiş.
Bey yemeği istiyor, demiş.
Kadın da tatlısı ile, tuzlusu ile yemek hazırlayarak tepsiye koymuş ve çocuğa vermiş.
Keloğlan tepsiyi alınca doğru kendi evine götürerek annesine tepsiyi uzatmış:
Tavuğu bir hamamcıya sattım. Fakat bana parasını vermeden gitmeye başladı, ben de arkasını takip ettim. Eve girerken arkasından yavaşça girdim ve karısı ile konuşurken dinledim. Karısına, "tavuğu pişir, akşama aldıracağım" dedi. Ben de akşam üstü doğruca gittim aldım, demiş ve yemekleri güzelce yemişler.
Hamamcı, karısının hazırladığı tavuğu iştahla yemek için eve gelmiş, karısına yemek nerede diye sormuş. Kadıncağızın hiçbir şeyden haberi olmadığı için bir uşağın gelip aldığını söylemiş.
Hamamcı kızmış. Kim geldi? Nasıl adamdı? diye karısına sualler sormuş. Kadın da bir çocuğun geldiğini, "efendi yemek istiyor" diyerek alıp gittiğini söylemiş. Hamamcının buna canı sıkılmış, doğruca hamama gitmiş. Diğer taraftan Keloğlan, yemekleri güzelce yedikten sonra annesine:
Şu hamamcıya güzel bir oyun yapalım, teklifinde bulunmuş.
Annesi razı olunca, giyinmiş, kuşanmış, bir kız gibi süslenerek hamama gitmiş, kapıyı çalmış. Hamamcı kapıyı açınca Keloğlan sesini incelterek:
Seninle biraz gizli konuşmak istiyorum, sizin eve gidelim de konuşalım demiş.
Hamamcı güzel kızı görünce razı olmuş, eve doğru gitmeye başlamışlar. Karısı evde yokmuş.
Hamamcı bunun evvela fena bir kadın zannetmiş; bir av buldum ümidiyle sevinmeye başlamış. Eve gelince, Keloğlan:
Gizli bir yer varsa orada konuşalım daha iyi olur, diye adamcağızı kuşkulandırmış.
Hamamcı önde, Keloğlan arkada, evin altındaki mahzene inmeye başlamışlar. Tam merdivenlerin ortasına gelince, Keloğlan hamamcının belinin ortasına kuvvetli bir tekme vurmuş, adamı paldır, küldür merdivenden aşağı yuvarlamış.
Zavallı hamamcı aşağıda inleye dursun, Keloğlan yukarı çıkarak evin her tarafını karıştırmaya başlamış. Pahada ağır, yükte hafif, altına ve gümüşe dair ne varsa, hepsini almış, doğruca evine gitmiş.
Hamamcının karısı eve gelince, bir inleme işitmiş. Çocuklardan biri babasının sesini tanımakta gecikmemiş. Evin içini aramışlar, onu mahzende bulunca oraya nasıl düştüğünü sormuşlar. O da merdivenden aşağı inerken düştüğünü söylemiş.
Kadın, kocasının elinin ayağının tutmadığını, her tarafının hurdahaş olduğunu görünce, hoca aramaya koyulmuş, etrafa haber salmış.
Keloğlan bunu duyar duymaz, hamamcıya bir oyun daha yapmaya karar vermiş. Eline bir çanta almış, şeklini değiştirerek kahveden kahveye "ben cerrahım", "ben hocayım", "hastaları iyi ederim" diye dolaşmaya başlamış. Hamamcının arkadaşı da o sırada kahvede olduğu için hemen çağırarak hastanın yanına götürmüş.
Keloğlan, hiç tavrını bozmadan:
Yüksek bir yerden düşmüşsün, demiş, ben seni iyi ederim. Yalnız seni hamama götüreceğim. Fakat, yanımızda kimse olmayacak!
Beraber hamama gitmişler. Keloğlan hamamın kapısını kapamış, adamı güzelce soyarak başını sabunlamış ve kurnada hiç su bırakmamış. Eline geçirdiği bir kırbaçla hamamcıyı evire çevire dövmüş, perişan bir halde yerde bırakarak çıkmış, doğruca hamamcının evine gitmiş:
Hastanız iyileşmiştir. Gidip hamamdan alınız! diyerek hepsini sevindirmiş.
Hamamcının karısı ile çocukları derhal hamama koşmuşlar. Bir de bakmışlar ki, adamcağız daha perişan bir halde taşların ortasında yatıyor. Hepsi birden kederlenerek babalarını alıp eve götürmüşler.
Nihayet, hamamcı bu işi tavukları satan Keloğlan'ın yaptığını anlamakta gecikmemiş. Bir Çare düşünmüş:
Hamamın önüne altın serperek yakalamaya karar vermiş. Keloğlan bunu nasılsa öğrenmiş. Üzerine bir dilenci elbisesi, ayağına da uzun bir çizme giymiş. Çizmelerin altına güzelce katran sürmüş.
Eline bir çanta alarak hamama girmiş, müşterilerden ekmek dilenmiş. Altınlar da iyice çizmelerin altına yapışmış. Oradan uzaklaşmış. Hemen bir kenara çekilerek çizmeleri çıkarmış, altınları çantasına koyarak doğruca eve gitmiş.
Biraz sonra Keloğlan'ı yakalamak isteyenler altınların eksildiğini anlamışlar. Düşünmüşler, taşınmışlar bu sefer şu çareyi bulmuşlar:
Bir deveyi güzelce süslemişler. Tellala vererek çarşıda satılığa çıkarmışlar. Eğer Keloğlan gelirse, hemen yakalamasını tembih etmişler.
Keloğlan bunu da haber almış. Güzelce süslenmiş, bir köylü kızı kıyafetine girerek eline de bir eşeğin ipini almış, çarşıya inmiş.
Süslü püslü devenin yanına giderek tellala hafifçe yüzünü açmış ve gülümsemiş.
Tellal güzel bir kızın kendisine güldüğünü görünce, şaşkına dönmüş, aklı başından gitmiş.
Yanyana gitmeye, konuşmaya başlamışlar. Keloğlan biçimine getirerek eşeğin ipini tellalın eline vermiş, devenin ipini de kendi almış; kalabalıktan faydalanarak kaçmış. Eve gelince deveyi kesmiş, etini kavurmuş, annesine de hiç bir şey söylememiş.
Tellal elinde eşeğin ipi ile dönünce, hamamcı deveyi de Keloğlan'ın çaldığını hemen anlamış.
Kendisine bu sefer hasta süsü vererek deve eti aratmış. Uşaklar mahalle mahalle dolaşarak deve eti sormuşlar. Sıra Keloğlan'ın evine gelmiş. İçeri girerek her tarafı aramışlar. Keloğlan evde olmadığı için annesi devenin başını uşaklara vermiş.
Adamlar başı görünce, deveyi Keloğlan'ın kestiğine iyice kaani olarak kapıya katran sürmüş ve Keloğlan'ı yakaladık diye herkese ilan etmişler.
Onlar gittikten sonra, Keloğlan eve gelmiş, annesine, "bugün eve kim geldi" diye sormuş. Zavallı kadının olan işlerden haberi olmadığından, bütün olanları anlatmış.
Keloğlan, hamamcının kendisini yakalayacağını sezerek bir teneke katran almış, bütün evlerin kapısına sürmüş.
Hamamcının adamları, ertesi gün Keloğlan'ı yakalamak için sokağa çıkmışlar. Bir de bakmışlar ki, her kapıya katran sürülmüş. Tabii Keloğlan'ın evini bulamamışlar... Yakalayamayacaklarını anlayarak bu sefer padişaha haber vermişler.
Padişah, tellallar bağırtarak:
Kimin çok tavuğu varsa alsın yanıma gelsin! diye etrafa emir salmış.
Keloğlan da tavuklarını bir sepete koyarak padişaha götürmeye hazırlanmış. Annesi:
Oğlum, hiç padişahın yanına tavuk gider mi? diye sormuş. Keloğlan:
Sen benim işime karışma! Ona da bir düzen yapayım da görsünler, diye cevap vermiş, tavukları alarak padişahın karşısına çıkmış:
Efendim, Keloğlan benim, işte geldim, demiş.
Padişah, "bu nasıl şeydir" Hem benim karşıma çıkıyor, hem de serbestçe konuşuyor" diye kızmış, Keloğlan'ı zindana attırmış. Tavuklarını da kestirerek pişirtmiş.
Keloğlan, zindandan kurtulmak için düşünmeye başlamış... Aklına bir çare gelmiş. Zindanın kapıcısına bir torba altın vererek:
Bana yarım saat müsaade et, biraz işim var, göreyim de geleyim, demiş. Zindancı izin verince, çıkmış gitmiş. Bir kürk yaptırmış. Her bir tüyüne de bir çıngırak taktırmış, akşamüzeri zindana dönmüş.
Ertesi sabah zindancıya bir torba altın daha vererek bir saat izin almış. Padişahın uyuduğu sırada odasına girerek gizlice karyolasına altın saklamış.
Padişah, derin bir uykuya daldığı zaman, karyolanın altında kürkü giyerek iyice silkinmiş.
Çıngıraklar müthiş bir ses çıkarmışlar, padişah deli gibi uyanmış, "nedir bu/" diye bağırmaya başlamış.
Sultan da, bir şeyden haberi olmadığı için, şaşırmış bir vaziyette padişahın yüzüne bakmaya başlamış. İyice etrafı dinlemişler, ses seda kesilince, tekrar yatmışlar. Biraz sonra Keloğlan yeniden silkinmiş.
Bu sefer padişahla sultan çok korkmuşlar. Keloğlan da korktuklarını anlayarak hemen meydana çıkmış, padişahın yanına yaklaşmış. Zavallı padişah, korka korka, "sen kimsin?" diye sormuş. Keloğlan da:
Ben Ezrailim, senin canını almaya geldim, diye cevap vermiş.
Padişah:
Ben ne ettim ki, canımı alacaksın? demiş.
Keloğlan:
Sen benim günahsız kardeşimi aldın, zindana attın; onun için ben de senin canını alacağım, haydi gel buraya! diye korkutmuş.
Padişah:
Hayır!... O senin kardeşin olamaz, ben tavukları çok olan adamı zindana attım, demiş Keloğlan da:
İşte o benim kardeşimdir, demiş. Şimdi hemen onu azat etmezsen senin canını alacağım! Diye üzerine yürümüş. Padişah korkudan titremeye ve:
Tek benim canımı alma da ne istersen onu yapayım. Şimdi kardeşini serbest bırakacağım, diye yalvarmaya başlamış.
Olmaz, şimdi gece, belki korkar. Yarın sabah çıkartır, hamamda yıkatırsın, bir kat güzel elbise giydirirsin. Ortanca kızını da verirsin, ben de senin canını almam! Diye tembih etmiş, odadan hemen çıkıp gitmiş.
Üstünü soyunarak zindana girmiş, yatmış.
Ertesi sabah padişah erkenden kalkmış. Adamlarını göndererek Keloğlan'ı zindandan çıkartmış. Hamama göndermiş, elbiseler yollamış, köşkleri hazırlatmış. Ortanca kızını ona vermiş, kırk gün kırk gece düğün yapmış. Annesini de yanlarına getirmiş, güzelce yaşamışlar.
Düzenle düzencinin elinden kurtuluş olmaz. Onlara masal... Bizlere ömür...
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 1 ziyaretçi (5 klik) kişi burdaydı!
Copyright Barış GÜN
|
|
|
|
|
|
|
|